Başlığını bulamadığım yazı

Selam size güzel insanlar. Bu yazıyı cep telefonumla bir otobüsün içinden yazıyorum. Bu şartlarda bir blog yazısı yazmak için yeterli zamana sahipseniz, şehirler arası bir yolculuk yapıyorsunuz demektir ama ben şu an şehirler arası bir yolculuk yapmıyorum, bildiğin belediye otobüsünden yazıyorum.

Yaşadığım yer öyle bir yer ki sevgili dostlar, yağmurlu havada susuz kalmanın taşa toprağa dönüştüğü yerdeyim desem yalan olmaz sanırım. Öyle bir şehir düşünün ki bir ilçesinden şehir merkezine giden otobüsler “o şehre gidiyor” diyerek kalksın. Daha açık yazayım, İstanbul’un bir ilçesinde yaşıyorsunuz ve gideceğiniz yer de İstanbul’un başka bir semti. Bindiğiniz otobüsün muavini bağırıyor: “Kalkıyoor, İstanbul’aa, İstanbul’aa, kalkıyoor…” Vay anasını. İstanbul’dan İstanbul’a gidiyorsun. Şimdi işi biraz daha zorlaştıralım. Bir de bu ilçenin köyünde yaşıyorsanız, otobüslerin “dünyaya gidiyor” diye kalkmadığına şükretmelisiniz.
Herkes az çok Taksim’i bilir. İstanbul’un merkezi sayılabilecek bir konumdadır. Basit bir hesapla, benim evimden çıkıp Taksim Meydanı’na gidip hiç beklemeden eve geri dönebilmem için gereken minimum zaman yaklaşık beş saat. Bakın, bu zamana otobüs bekleme süresini falan hiç katmadım. Ondan sonra vay efendim neden asosyalsin? Yenibosna’dan bindiği belediye otobüsünde el feneri özelliği olan Nokia cep telefonuyla blog yazısı yazan bir adam ne kadar sosyal olabilir sorarım size. Bu arada Kadıköy’e gideceğimiz zaman güneş doğmadan yola çıktığımızdan bahsetmedim bile. Malum, köprü falan…
Size biraz da otobüsten bahsedeyim de tam olsun. Genelde bu otobüslerde oturabilme şansını nadiren yakaladığımdan, şu anda hep beraber bir istisnaya (tam şu anda üç teyze bana psikolojik koltuk baskısı yapıyor, ikisi oturdu ama birinin teyze değil genç kız olduğunu son anda fark ettim de kalkmadım çok şükür) şahit oluyoruz. Otobüse ilk duraktan bindim ve istediğim koltuğa oturabilirdim ama ben yine saçma bir seçim yaparak şoförün arkasındaki ters koltuğa oturdum ve kaptanla sırt sırta verdik. Yerim, malum boşluğa, o boşlukta ayakta duran insanların “utanmadan oturuyor cık cık sinyallerine” maruz kalmayacak kadar uzak. Burdan çekmiyor çok şükür.
Şu an itibariyle otobüsle 68 dakikadır yolculuk yapıyorum ve henüz yolun yarısındayız. Etrafımdaki insanlar muhtemelen “bu manyak ne yazıyor bu kadar” diye merak ediyordur. Bir tane de kitap okuyan artist var çaprazımda. O da otobüsteki ikinci manyak.
O değil de çok merak ettiğim bir şey var. Bu otobüslerin koltuklarını nasıl oluyor da bu kadar rahatsızlık verebilecek şekilde tasarlıyorlar? Oturduktan bir saat sonra acı çekmeye başlıyorsun. İnanın abartmıyorum. Birçok defa oturmaktan yorulduğum için ayağa kalktım ben bu otobüslerde ve birazdan yine aynı şeyi yapıcam. (Yapmadım.) Bu arada yanımdaki teyze topraklarını giderek genişletiyor. Koltuğun yarısını ele geçirdi bile. Fetih 2013.
Bugün Celal ile Ceren’e gittik. Şimdi onunla ilgili ayrı bir yazı yazmayayım da millet bir önceki Cem Yılmaz (Fundamentals) yazısını göstererek “adam seriye bağladı, izlediği fimlerden başka yazacak bir şey bulamamış” demesin. Otobüsten falan da bahsediyoruz işte. Konumuza dönelim, film çok iyiydi dostlar. Valla bak. Ekşicilere göre “fragmanı bile güldürmeyen filmden ne bekliyorsunuz” olan film, salonu yıktı geçirdi. Ya da biz salon olarak çok yüzeysel insanlarız, böyle basit şeylere gülüyoruz, o da olabilir, bilemem. Tam şu anda ilçe merkezindeyiz. Bakın Foursquare’da check-in bile yaptım. Zaten mayoru olduğum en önemli yer bu İETT Durağı.
Bugün IKEA’ya da gittik. Orda Hatice Sultan ve Mahidevran’ı gördük. Neyse. Sahip olduklarımız bize sahip olmaya başlar diyor ya Fight Club’ta, aynen öyle. Bayrampaşa’daki IKEA’nın öyle bir düzeni var ki yüzlerce metrekarelik mağazaya sadece bir çivi almaya dâhi girseniz, ödeme yapıp çıkmak için tüm mağazayı dolaşmak zorundasınız. Bu da en az 15 dakikanızı alır. Bakın bu söylediğim şey sadece bir mağazadan çıkabilmek için gereken minimum zaman. Allah korusun, insan sıkışsa falan çıkamadan ortaya bırakacak. Sonuç olarak IKEA’dan 2 Liralık bir mousepad alarak çıktık. İnsan ödeme yaparken utanıyor tabi. Fişi almadan parayı verip hemen ordan kaçmak istiyor. Ama o sinsi kasiyer yok mu? “Beyefendi fişinizi alır mısınız?” diye seslendi arkamdan. Ulan neyin fişini alıcam? İki Liralık mousepad işte. Fişi çerçeveletip duvarıma mı asayım? Derken eleman tıpkı bir aşağılama seremonisinin finalini yapar gibi fişi verdi elime. Bu arada 1 saat 40 dakika olmuş hala yoldayım. Belimi hissetmiyorum.
Dünya’nın en faydalı bilgilerini size sunmaktan mutluluk duyarak yazıma son noktayı koymak istiyorum. Telefondan tam anlamıyorum ama eğer uzun bir yazı olduysa bu kadar uzun bir yazıyı okumak istemeyenler için özet geliyor: “Bu da böyle bir anımdır.
Bu yazıyı paylaşmak istersin diye buraya renkli düğmeler koydum
blank
Blog Yazarı
Sezer İltekin
Bu konuyla ilgili bir fikriniz var mı?