Sinyal vermeden bir anda yavaşlayıp sağa döndü. Yanından geçerken kornaya basıp küfretmek için ağzımı açtım. Edeceğim küfre hacim kazandırmak için ciğerlerime doldurduğum havayı son anda içimde tuttum. Göz kapaklarımı hafifçe indirip kafamı sol aşağı doğru çevirerek ciğerlerimdeki tüm havayı burnumdan çıkarırken “ya sabır” hareketi yaptım. Bu sabah kendime söz vermiştim, artık küfür etmeyecektim. Her defasında zorlansam da sabahtan beri bilmem kaçıncı küfür sınavımı da başarıyla geçmiştim.
Hasbelkader aynadan baktığımda az önce sinyal vermeden dönen arabanın yol ağzında durduğunu ve sürücüsünün, arabanın camından bana doğru “ne var lan” anlamında el kaldırdığını gördüm. O anda ayağımı gazdan çekip bütün gücümle frene asıldım. Dörtlüleri yakıp gözlerim dikiz aynasına kilitlenmiş halde, solumdan hızlıca akan trafiğe rağmen geri geri gitmeye başladım. Bunu neden yaptığım hakkında hiçbir fikrim olmasa da yol ayrımına kadar gelip el frenini çektim. Bilen bilir, durur durmaz çekilen el freni -hele bir de arkasından ara vermeden kapı açılıyorsa- pek hayra alamet değildir.
Ben kavgaya gider gibi inince arabasının içine yöneldi ve sürücü koltuğunun altından parlak, kalın bir sopa çıkarttı. Daha önce hiç sopayla dayak yememiştim ve etmediğim bir küfür yüzünden, hem de dayağa geri geri gelip o dayağı yemek pek mantıklı bir eylem değildi. Şimdi “küfür etmedim” desem sanki dayak yemekten korkup yalan söylüyormuşum gibi olacaktı. Etmediğim küfürü sahiplensem dayak yeme ihtimalim fena halde yükselecekti. O sopa havaya kalkmadan önce yapacağım hamleyi hızlıca düşünmeliydim.
Sopayı görmezden gelip sakince “birader kusura bakma şimdi sana ceza yazmak zorundayım” dedim. Bakışları bir anda değişip yan tarafında tuttuğu sopayı bacağının arkasına doğru götürdü. Sanırım dayaktan kurtulmayı anlık olarak başarmıştım ama bana kimlik sormadan önce biraz zaman kazanmaya ihtiyacım vardı. “Arabadan makbuzu alıp geliyorum” dedim ve arka kapıya yöneldim. Koltuğun üstünde duran BİM poşetini karıştırır gibi yapıp bir gözümle arka camdan adamı izliyordum. Sopayı hiç çıkarmamış gibi arabaya koyup, şaşkın bir yüz ifadesiyle ve yavaş adımlarla yanıma doğru yürümeye başladı.
“Abi kusura bakma polis olduğunu bilmiyordum, ben de şuradaki sanayide esnafım” dedi eliyle az önce sinyal vermeden döndüğü yönü göstererek. Hiç cevap vermeden makbuzu arıyormuş gibi yapmaya devam ettim. Benden cevap alamayınca “küfür ettin sandım abi ondan şey oldu” dedi. Kafamı dışarı çıkarttım, birkaç saniye gözlerine bakıp “ben küfürü bıraktım” dedim. Tüm bu yalanların içinde doğru bir şey söylemenin verdiği huzurla kafamı arabaya geri soktum. Arka koltuktaki laptop çantasını da biraz kurcaladıktan sonra kendimden emin bir şekilde “makbuzu merkezde bırakmışım, bu seferlik affediyorum, bir daha sinyal vermeden dönme” diyerek hala kimlik sormamış olmasını fırsat bilip arabaya yöneldim. “Abi nolur gel bir yemek ısmarlıyım benim dükkan şurada” dedi. Teşekkür ederim birader gerek yok deyip oradan hızlıca ayrıldım.
Gece olup başımı yastığa koyduğumda kafamda binbir tilki dolaşıyordu. Dayaktan kurtulmak için söylediğim bu yalan büyük bir suç muydu? Acaba adam sonradan şüphelenip beni şikayet eder miydi? Bundan asla emin olamazdım. Tek çözüm, adamı bulup polis olmadığımı söyleyip özür dilemekti. Etmediğim küfür yüzünden, üzerine bir de kendisi suçluyken adamdan özür dileyecektim. Sanayide dükkanı olduğunu ve beyaz bir Tofaş’ı olduğunu biliyordum. Olay anında heyecandan plakasına bakmak aklıma bile gelmemişti.
Gecenin karanlığında telefonuma uzanıp ekran kilidini açtım ve Instagram’daki Tofaş sayfalarını gezmeye başladım. Yaşadığım semtin adının geçtiği bir sürü grup vardı. Bağcılar Merkez Tuning diye bir sayfaya gözüm takıldı. Gönderileri yukarı doğru kaydırıp semtteki tüm beyaz Tofaşları inceledim. Araba piyasası rezalet haldeydi. Adamlar 20 yaşındaki Şahin’e 40 bin lira istiyordu. Her neyse o başka konu şimdi. Üç saatin sonunda arabayı bulmuştum ve saat sabahın dördüydü. Arabayı ön cama yapıştırılmış Tazmanya canavarından ve beni bırakın da gideyim der gibi duran Xenon farlarından tanıdım. Hemen bir mesaj gönderip sayfanın adminine bu arabanın sahibini tanıyıp tanımadığını sordum. “Hayırdır neden sordun keke” şeklinde bir cevap geldi. Hiç uyumamış ve işe gitmeme 3 saat kalmışken Bağcılar Merkez Tuning diye bir Instagram sayfasıyla iletişim halindeydim adamın biri bana keke diye hitap ediyordu. “Alıcıyım keke” diye cevap verdim.
Elimde telefonla uyandım. İşe geç kalmıştım. Beni keke olarak tanımlayan kişinin benden cevap alamayınca kekelere soru sorarak aldığı güvenlik tedbirlerinden vazgeçip aradığım adamın kim olduğunu yazdığını gördüm: Kaportacı Faruk. Demek kendisinden sopayla dayak yemekten kurtulduğum kişi bir kaportacıydı. Bir yazılımcıyla bir kaportacının ortak noktası nedir biliyor musunuz? Her ikisinin de yaptığı iş günün sonunda kusursuz olmak zorundadır. Benim yazdığım kodda fazladan bir tane nokta olsa program çalışmaz, aynı şey düzeltilen bir kaportadaki minik bir çıkıntı için de geçerlidir. Böyle düşününce Faruk’la birçok ortak noktamız olabileceğini düşünüp gülümsedim. O gün işten çıkar çıkmaz Bağcılar Güngören Sanayi Sitesinin yolunu tuttum.
Sanayi ortamını bilen bilir. Sanayide rastgele bir ustaya adres sormak insana farklı duyguları aynı anda yaşatır. İşiyle meşgul olan bir ustaya soru sorduğunuzda elindeki işi bırakıp size cevap vermek için harcadığı her saniye size kendinizi borçlu hissettirir. Kendisiyle işiniz olmadığını anladığı anda size olabilecek en kısa cevabı vermeye çalışması da aldığınız bilginin teyide muhtaç olduğunu hissetmenize sebep olur. Ustalar kaprislidir. Nasırlı ellerinden bırakmadıkları 13-14 anahtar, bir doktorun boynundan çıkarmadığı stetoskop gibidir. İşte tam da böyle bir ustaya denk geldim: Selamın aleyküm usta!
Arabanın altından yatar pozisyonda dışarı kayıp, ağzında izmaritine kadar küle dönmüş bir sigara olduğu halde yüzüme baktı. Aleyküm selam dediği gibi geri kayarak arabanın altına girdi. Altında bilyeden tekerlekler bulunan o tahtayla kaymaya çok özendim. Bir kere deneyebilir miyim desem verir miydi? Sanmıyorum. Aleyküm selam dediği için beklemek zorundaydım. Buyur diyecekti, ne baktın diyecekti. Yani Bağcılar simülasyonunda bu diyaloğun böyle devam etmesi gerekiyordu fakat dedim ya işin içinde usta faktörü varsa dünyanın tüm iplememezlik gücü devreye girer. Bekledim. Bir dakika sonra dışarı kayıp ayağa kalktı. Ellerinden daha kirli görünen ve binlerce pamuk ipliğinin bir araya gelerek oluşturduğu beze ellerini sildi. Buyur kardeş dedi.
Kaportacı Faruk Usta’yı tanıyor musunuz dedim. “Faruk…” dedi. “Harun var oto elektrikçi?” Faruk’un yerine alternatif olarak kullanılabilecek bir seçenek olduğuna nasıl karar verdiğini anlamadığım Harun Usta’nın oto elektrikçi olduğu bilgisini itiraz sebebi olarak kullanıp, “yok kaportacı benim aradığım” dedim. Şurada bir kaportacı var dedi. Bana Faruk Usta’yı unutturmaya çalışır gibi bir hali vardı. Eyvallah usta hayırlı işler dedim. Cevap vermeden arkasını dönüp yazıhanesine doğru yürüdü.
Sanayi o kadar büyüktü ki buradaki esnaf sadece yakın komşularını tanıyordu. Birkaç farklı tamirhaneyi daha gezdikten sonra Faruk’u tanıyan birini bulmuştum. Bir otobüsün hava filtresinden yapılmış bir tabureye oturmuş, lahmacun yiyordu. “Gel lahmacun yiyelim” dedi. Eyvallah abi afiyet olsun dedim. “Kimi soruyor?” dedi lahmacun yemeye sonradan gelen başka biri. “Ayı Faruk’un dükkanı soruyor, tarif etsene abiye” diye cevap verdi öteki. “Bak abi burdan dümdüz gidiyorsun, karşına bir lastikçi çıkacak, onun yanından gir, soldaki ikinci dükkan.”
Faruk Oto Kaporta tabelasını uzaktan gördüğümde lisenin ilk günü heyecanlandığım gibi heyecanlanmıştım. Camları sökülmüş bir arabanın içinde 2 kişi çekiçle arabanın bir yerlerine vuruyordu. Faruk beni gürültüden duymasa da birkaç defa selamın aleyküm diye bağırdım. Nihayet çekiç sesi kesilip kafasını bana doğru çevirince Ayı Faruk bir anda peluş bir ayı gibi şirin bir ifadeye büründü. “Abim hoş geldin buyur gel, çay kap oğlum polis abime” diyerek bana seçme şansı vermeden çırağını çay almaya gönderdi. Bir gün önceki olay için yeniden özür dilemeye başlayınca sözünü kestim.
Faruk dedim, “Hepimiz insanız, hata yapabiliriz. Doğru mudur?” Doğrudur abi dedi. Peki dedim, ben polis olmasaydım işi böyle tatlıya bağlayacak mıydık yoksa o sopayı benim sırtımda mı kıracaktın? Öyle deyince güldü. Estağfurullah abi dedi. Ayı Faruk, kocaman cüssesine nazaran oldukça nahif bir insandı. Ben şimdi sana desem ki ben polis değilim, gene yemek ısmarlayacak mısın bana dedim. Her cümlesinde ufaktan başlayıp artan gülümsemesini sabit bir seviyede bekletip ciddi bir yüz ifadesine büründü. Onunla alakası yok dedi. Çok değil ama sanki biraz bozulmuştu. Birkaç saniye sessizlik Ayı Faruk’un konuyu anlamasına yetmişti. Ne iş yapıyorsun diye sordu. “Aslında benzer işler yapıyoruz, ikimizin de hata payı yok, yazılımcıyım” dedim. Faruk oturduğu yerden kalktı. Dükkanın önünde park halinde olan beyaz Şahin’in kapısını açıp sopaya uzandığında koşmaya başlamıştım bile. Kaçma diye bağırdı arkamdan Ayı Faruk. Kaçtım.
İşi çevirmişsin işte daha ne adamın peşinden gidiyorsun. Vicdan azabı bu gibi durumlarda hiç iyi değil. Farklı bir deneyim olmuş. Aslında biraz daha yolunabilirdi. Riskli olurdu.
Yazıyı bitirdiğimde kategorisine bakma ihtiyacı duydum. Çünkü ilk okumaya başladığımda bir günlük yazısı sanmış ve sonuna kadar da öyle okumuştum.
Hele ortalarda ya bu hiç Sezer’in tarzı değil. Yani Sezer kolay kolay yaş tahtaya basmaz. Kaldı ki birine polis olduğunu söyleyecek diye düşündüm.
Muhtemelen gerçek hayatın içinden seni yazmaya iten bir çıkış noktası olmuş ki, ortaya böyle bir hikaye çıkmış sanırım.
Gogol’un Palto’su da öyledir mesela. Gogol bir gün akşam yemeğine davet edilir ve orada av tüfeği almak için aylarca para biriktiren sonrasında da tüfeğine kavuşunca çıktığı ilk avda onu denize düşüren böylece depresyona giren bir adamın hikayesi anlatılır. Tabi Gogol bunu Palto olarak uyarlar ve ortaya bir başyapıt çıkar.
Okumak gerçekten keyifliydi. Bence daha sık hikaye yazmalısın.
Başta kurgu mu gerçek mi olduğuna karar veremediğim ancak daha sonra buna karar vermenin çok da önemli olmadığını fark edip merakla okuduğum bir yazı oldu. yazım diliniz çok keyifli, güle güle okudum, sonunda da küçük bir kahkaha patlattım kitabınız olsa belki okuyup kitaplığıma sevdiğim bir parçaya koyardım ama sizi böyle parça parça okuyor olmak nedense daha keyifli geliyor. elinize sağlık
Yine bir pazar sabahı eposta adresime gelen maille kendimi burada buldum. Bende önce kategoriye bakmadım. Direk yazının sonuna kadar okudum. Açıkcası yazı gerçekten yaşanmış bir hikaye gibi anlatılmış. Ellerinize sağlık.
Kahvemi hazırladım okumaya başlıyorum.
Hikaye bile olsa sanırım senin hikayen bu. Yani kahramanlarından biri olarak kabul etmek eğlenceli geldi. Çünkü yorumlardaki kategori hatırlatmasına yani bitirene kadar öyle kabul ederek okudum. Keke olmana çok güldüm. Başlığı da nedense üç kez okudum.
Tamamını okudum heyecanlı gidiyordu birden bitti.
Güzel hikaye. Yorumları okuyunca hikaye olduğunu anladım :)
Bir kaportacı ve yazılımcının ortak noktası…
Çok iyi bir hikayeydi.
Güzel kurgulanmış bir hikaye.Çevreyi betimlerken gözümün önümde her şey canlanıyor.Ayrıca, sonda ki kaçış bölümü aşırı ironik olmuş.Çok emek verilmiş bir yazı.Ellerinize sağlık.
Yazı çok hoşuma gitti. Kaleminize sağlık. :-)
çok eğlenerek okudum güzel bir noktaya değinmişsiniz :)
Hocam harika bi yazı olmuş .Bi anda harika bi yalan uydurma ve şansınız yaver gitmiş kaportacı size kimlik sormamış.Şayet sormuş olsaydı soba dayağından daha farklıda olurdu geceyi nezarette geçirme gibi.
okumaya karar verdim
önce yaşanmış bir olay sandım ama hikayeymiş sanırım.
Yazı çok akıcıydı :)
Başlık çok vurucu.
Yorumlara baktığımda aynı şeyleri hissetmiş olmak da beni sevindirdi.
keyif verici bir paylaşım.
Ilk defe yazını okuyorum… Sonunu gerçekden merakla okuduğum hikayeler gibi geldi… Sonunda da adamla sıkı bir dostluğunuz başlayacak diye beklerken kaçtım demenö bu yorumu yazarken dahi gülümsemekten kedimi alamadım.