Uykusuzlar kitap fuarında!

Geçtiğimiz hafta Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi’nde bu yıl 29.su düzenlenen kitap fuarına gittik. Kitapları severim. Odun kalınlığındaki kitapları bir solukta bitiren kitap kurtlarını da içten içe kıskanırım. Kitaba, edebiyata ruhumun tüm birimleriyle destek de veririm ama gelin görün ki kitap okuma konusunda tam bir tembelim. Takdir edersiniz ki fuara da kitap için gitmedim. (ben olsam takdir etmezdim)

Tanıyanlar bilir; yaklaşık üç yıldır haftalık yayınlanan Uykusuz dergisini düzenli olarak takip ediyorum. Dergideki yazar – çizerlerin dünyaya bakışımı oluşturan sürece katkısı büyüktür. O yüzdendir ki içimde her zaman onlarla tanışma ve hatta arkadaş olma isteği bulunur. Bu ihtiyacımı bir nebze olsun karşılayabilmek adına, pazar olan izin günümü cumartesiyle değiştirip 6 Kasım 2010 günü kız arkadaşımı da alıp fuara, Uykusuz’un imza gününe gittim. Açıköğretim gururumu bir kenara bırakıp üzerine sanki biz açıköğretimlileri avutmak için kocaman puntolarla yazılmış Anadolu Üniversitesi ibareli kimlik kartım sayesinde fuara girerken verilen beş liralık ücretten kurtuldum.

Tüyap o kadar kalabalıktı ki, kapıdan girmek için önümüzde yaklaşık 50 kişiden oluşan bir sıranın arkasında böcek hızıyla ilerliyorduk. Kapıdan geçince de çok şey farketmedi. Çoluk çocuğun otobüslerle getirildiği ender fuarlardan birine gelmiştik. (çoluk çocuğun bu tür fuarlara gelmesini de destekliyorum)

Fuarda hızlı adımlarla gözlerimiz Uykusuz standını arar vaziyette yürüdük. Ara sıra dikkadimizi çeken kitaplara gözattık. Kısa süre sonra uzaktan aradığımız yeri gördüm. İnsanlar standın etrafında adeta etten bir duvar örmüştü. Bulduğum ilk aralıktan kafamı uzattım. Standda yazar – çizerlere ait kitaplar, dergideki karakterlerin posterleri, takvimler, stickerlar hatta kupalar vardı. Fiyatları tabii ki tahmin edilenin üzerindeydi ama herkes gibi bunu ben de normal karşıladım. (modern insan yüksek fiyata saygı duyar) Zaten yanımda getirdiğim 3 kitap vardı. Bunların yanına oradan aldığım iki poster ve bir kartpostal-takvim de eklenince elimdeki uykusuz ürünlerinin sayısı günün anlam ve önemine değer bir sayıya ulaştı.

Hemen standın arkasında bulunan imza salonuna yöneldik. İmzanın başlamasına daha 2 saat vardı ama yaklaşık 30 metrelik bir kuyruk oluşmuştu bile. Fuarda şöyle bir tur atıp geri geldik. İmzaya bir buçuk saat vardı. Sıraya girip beklemenin mantıklı bir hareket olduğunu düşündüm. Bunu nasıl yaptığımı bilmiyorum ama bir şekilde doğru düşünmüştüm. Çünkü birbuçuk saat sonra 8 sıraya ulaşacak bir kuyruğun ikinci sırasındaydık ve ayakta dikiliyor olsak da mutluyduk.

Köşeden Memo Tembelçizer ve Ersin Karabulut görününce bir grup genç kız çığlık atarak onlara “hoşgeldiniz biz de deliler gibi sizi bekliyorduk” mesajı verdi. Bir süre sonra diğer yazar-çizerler de yerlerini aldılar. (çığlık duymadığım için ne zaman ve nerden geldiklerini farkedemedim) Sıra ilerlemeye başladı. Önümüzdeki bayan, çok konuşan ve ergenlikle çocukluk arasında sıkışıp kalmış olan kızıyla laf yarışı yapıyordu. Duyduğum kadarıyla annesi kıza “seni ben doğurdum” kız da annesine “hayır ben doğdum” diyordu. Düşününce ikisi de haklıydı ama beynim birinin haksız olması gerektiği konusunda beni ikna etmeye çalışıyordu.

blank

Yazarlara yaklaştığımız sırada annesi kız arkadaşımla konuştuklarımızı duyup benim imza atanlar konusunda bilgi sahibi olduğumu anlamış olacak ki bana dönüp “Yiğit Özgür hangisi” diye sordu. “Şu, bıyıklı olan” diye gösterdim. Teşekkür edip, “kızımız onun hayranı da” dedi. Ne güzel dedim. “Siz hangisi için gelmiştiniz” dedi. Hepsi için dedim. Şaşırır gibi oldu. “Siz Uykusuz dergisini takip ediyor musunuz?” diye sordum. Yüzündeki ekşi ifadeyi görünce “her perşembe çıkıyor” diye de ekledim. Hayır dedi. O zaman kapat çeneni ve önüne bak anlamında “ben yaklaşık 3 yıldır takip ediyorum” dedim. Siz o zaman büyük fanısınız dedi. “Fan” kelimesini kullanan ilk anneyi gördüm. Kendimi Neil Armstrong gibi hissettim. Evet dedim.

Sıra bana gelmişti ve uzun masanın en başında Memo Tembelçizer vardı. Tüm yazarlara imzalatmayı planladığım sarı Uykusuz takvimini çıkardım. Nasılsın diye sordum,  istemeyerek “iyiyim” diye cevap verdi. Yüzüme ağır ağır bakıp, isim neydi dedi. Sezer dedim. İmzasını atıp takvimi bana uzattı. Kız arkadaşıma “bizi çek” anlamında baktım, anlamış olacak ki bizi çekti. Dergide yerinde duramayan bir karakter sergileyen Memo’nun bu kadar yabani durması hayal dünyamda tsunami etkisi yarattı. Yine de şansımı deneyip daha önce düşünmediğim halde, “Aşık Memo şiirlerini bir kitapta toplamayacak mısın” diye sordum. Nihayet tebessüm edip “şimdilik hayır zaten öyle bir kitap çıkarırsam içeriğinden dolayı toplatılır” dedi. Teşekkür ettim.

Sıra Memo’nun kankası Ersin‘e gelmişti. İçlerinden kendimi en yakın hissettiğim çizer de odur. Yüzüme bakınca, “seni bir yerden tanıyorum” dedi. Facebook üzerinden birkaç defa görüşmüştük. Ama o kadar hayranının arasında beni hatırlaması da kayda değer bir olay. Mesleğimi söyleyince hemen tanıdı. Böyle arkadaş gibi nasılsın falan dedi. Bu durum Memo’da yaşadığım hayal kırıklığının üstüne iyi gelmişti. Kendisine hem posteri hem de daha önceden alıp tamamını bir solukta okuduğum Sandık İçi kitabını imzalattım.

Diğer yazarlardan da birer cümleyle bahsedecek olursam, Umut Sarıkaya dergide ve kitabında ortaya koyduğu loser,kemçük karakterlerine birebir uyuyordu, içine kapanık, utangaç bir çocuk gibiydi. Yiğit Özgür’ün Akıl Fikir Ofisi adamı olduğu her halinden belliydi. Erman Çağlar yazılarındaki gibi hayatı umursamaz bir bakışa sahipti ve sürekli gülüyordu. Oky çizdiği karakterlerden biriydi sanki. Üzerindeki Iron Maiden tişörtü yanılmıyorsam bir 10 yıllık vardı. Aralarında en konuşkanı ve en sosyali yanılmıyorsam Fırat Budacı‘ydı. İnsanlarla bir çizer olarak değil de asıl mesleği olan diş doktoru gibi konuşuyordu. Göksu Gül derginin yeni yüzlerinden. Daha önceden amatör çizimleri yayınlanıyordu. Kendini kabul ettirmiş ve bir bayan olarak derginin bir parçası olmuştu artık. Ama dün bizden biriyken bugün bize imza vermesi gerçekten pek bir ironik oldu. Onun da imzasını aldım tabii ki. Deniz Ensari için bulduğum isim ise şu:  “karikatürün ciddiyeti“.

Alpay Erdem de küçük bir ipucuyla beni hatırladı. Daha önce blogumdaki “kim ne dedi” bölümüne yorum yapmıştı. Ne oldu o site gayet güzeldi dedi. (kelimelerbenim’den bahsediyor) Duruyor zaman buldukça yazmaya çalışıyorum dedim. Çok sıcakkanlı ve kıvırcık bir insan. Sıra Uykusuz’un en karizmatik adamına geldi. Otisabi karakteriyle tanıdığımız Yılmaz Aslantürk yanına gittiğim sırada kalın purosunu yakmaya hazırlıyordu.” Merhaba abi nasılsın?” dedim. “Vay, iyi ya sen nasılsın nerelerdesin hiç görüşemiyoruz” dedi. “Nasıl olsun ya iş güç uğrayamıyorum” diyerek bu oyunu sürdürdüm. Hadi ordan sallama dedi, güldük :) Tam bir Otisabiydi kendisi. Çizdiği karaktere o kadar benziyordu ki. Kendisiyle çekildiğim fotoğraftan sonra sıradan çıkmak üzereyken kız arkadaşımla beraber çektirdiğimiz fotoğrafta da bakışıyla bize eşlik etmiştir.

Yine uzun bir yazı oldu ama takdir edersiniz ki benim için anlamlı olan o günü özet geçerek anlatmak da oldukça zor. (ben olsam takdir ederdim) İmza gününde çekildiğimiz diğer fotoğrafları herkese açık facebook albümü üzerinden incelemek ve bahsettiğim adamların yüzlerini görmek için buraya tıklayın.

Bu yazıyı paylaşmak istersin diye buraya renkli düğmeler koydum
blank
Blog Yazarı
Sezer İltekin
Bu konuyla ilgili bir fikriniz var mı?

6 Yorum
  • Senin kadar takipçisi olmadığım halde UYKUSUZLARı görünce ben bile heyecanlandım :D İmza gününü özetle ama çok net anlatmışsın, okurken gözümün önüne geldi hepsi :) ;*

  • @Tunahan; ben teşekkür ederim okuduğunuz için.

    @Özcan; bu konuda çok haklısınız. Son zamanlarda çok az yazı yazdım. İşimin yoğunluğu sebebiyle olsa gerek. Bundan sonra bu kadar beklemeyeceksiniz.

  • Sezer yazı çok güzel fakat çok uzun olmuş be kardeşim. Hani şu kadar kelime ile rahat 3 yazı çıkartılırdı. Sende az ama sık yazsan bizim için emin ol daha makbule geçecek {Din gibi az ama sık yapılanı} :) Yazılarını özlemişim kardeşim, Allah’a emanet ol..